kitap, küçük harf, spor, türkü ve türk'e dair ne varsa sever. ülkü asya ve ali timur'un babası, urfalı
1 Ocak 2024 Pazartesi
seneye hemşehricilik yaparak başlayayım. on parmağında on marifet urfalı sanatçı sedat anar’ın öykü kitabı ‘paganini dinleyen inekler’i yılın son iki gününde okudum. dokuz hikayeden oluşan eser, anar’ın kaleme aldığı ikinci kurgu eser ve ilk öykü kitabı olma niteliğini taşıyor. daha önce anı-otobiyografi, inceleme ve roman türünde yapıtlar veren başarılı müzisyen bu kez içindekileri öykülere dökmüş.
aslında eseri öykülerden oluşması sebebiyle kurgu sınıflandırmasına tabii tutsak da, kitabı bitirdiğimizde yine anar’ın anlatısını otobiyografik unsurların üzerine inşa ettiğini görüyoruz. öyküler mekan, olay ve çatışma anlamında sedat anar’ın yaşantısından derin izler taşıyor. hatta bazılarında yazarımız doğrudan başrolde yer alıyor.
geleneksel – yenilikçi tenakuzu, büyükşehire gelen taşralının yaşadığı psikolojik zorluklar, türkiye’de sanatçı olmanın getirdiği toplumsal baskı, gelir adaletsizliğinden nasibi alan kesimler anar’ın kitabında referans noktaları olmuş. sular altında kalan eski halfeti, techir sebebiyle boşaltılan ermeni köyleri de sedat anar’ın yaşamından izler olarak karşımıza çıkıyor.
paganini dinleyen ineklerde dert ve keder, “bizi insan yapan hüzündür, çünkü sadece hüzünle en saklı yanımız ortaya çıkar: insan yanımız.” mısraının hakkını verircesine hemen her öyküye sirayet etmiş. öyle ki mizahi bölümlerde bile yazarın bir kahramanından bahsederken kullandığı, “gülüşünde bile bir hüzün saklıydı” cümlesinin hakkını verircesine duygusallık hâkim.
eserde aksayan yönler yok mu diye soracak olursanız, elbette anar’ın ilk öykü kitabı olmasından kaynaklı zaman zaman eksikler göze çarpıyor. bu bazen bir kelime seçiminde bazen de kullanılan bağlaç yahut edatın fazlalığıyla kendini gösteriyor. ancak kullanılan dilin ve kurgunun sahiciliği bu kusurları örtmeyi başarıyor.
#sedatanar #paganinidinleyeninekler #iletişimyayınları #okumakiptiladır #kitap #kitapkurdu #kitaptavsiyesi #öykü #öykükitabı #kitapönerisi #okudumbitti #bookstagram
28 Aralık 2023 Perşembe
sene biterken iki bin yirmi üç yılında benim için enleri paylaşayım efendim:
kitaplar
roman: afili hafiye – murat menteş
kurgu dışı: çalınan dikkat – johann hari
dil: babil kulesi kitabı – mahir ünsal eriş
şehir: ötekilerin başkenti – gökhan duman
nehir söyleşi: cumhuriyetle özdeş bir yaşam – özden toker / mehmet alkan
inceleme: altmışlı yıllardan altmışıncı yıla – ozan yusuf polatoğlu
spor: nasıl yıldız olunmaz – ergin keleş
hayal kırıklığı: azınlık – ishak reyna
dizi – müzik
dizi: yaratılan – çağan ırmak
albüm: şen olasın ürgüp - refik başaran
podcastler:
ben okurum – deniz yüce başaran
nasıl olunur – nilay örnek
geri dönüyoruz – mahir ünsal eriş / töre sivrioğlu
avangart – yalın alpay
bi gidene soralım – emre onar
nereden başlasam – can kozanoğlu / mirgün cabas
#zraporu #kültürsanat #edebiyat #ikibinyirmiüç
27 Aralık 2023 Çarşamba
çağına fazla gelen, deha sahibi her ince ruhlu insan gibi; akif'in hayatının tek kelimelik özeti de yalnızlıktı. münzevi hayatının ilk safhasında, kalabalıklar içinde tek başına; ikinci döneminde ise kalabalıklardan uzak yalnız yaşadı ve öyle öldü. sınırların içine hapsedilmeyecek büyük bir mütefekkir, yaradılıştan gelen mükemmel bir şairdi. vefat yıldönümünde rahmet dileyerek, sözü akif gibi münzevi ve anlaşılamamış bir başka dahiye, atsız bey'e bırakalım...
"akif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. şairliğine kimse itiraz edemez. onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki türk edebiyatı tarihinde ölmez mısralar arasına girmiştir. vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. akif, sözle vatanperver olduğu halde fiille bunu tekzip edenlerden değildi.
karakter adamı olmak bakımından da akif eşsizdir. o, daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi veya cıvık bir halita değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdir. islâmcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. islâmcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. bugünkü türkçülük ne ise dünkü İslâmcılık da o idi. esasen islâmcılık osmanlı türklerinin milli mefkûresiydi. on dördüncü asırdan beri türklerden başka hiçbir müslüman millet, ne araplar, ne acemler, ne de hintliler islâmcılık mefkûresi gütmüş değillerdir.
bir osmanlı şairi olan akif'te millî mefkûre kemaline ermiş, fakat yeni bir millî mefkûrenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür. mazide yaşayanların fikir ve mefkûreleri bize aykırı gelse bile onları zaman ve mekân şartları içinde mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.
çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kâfidir. başka söz istemez. akif insandı, dönmedi ve öyle öldü."
atsız - kızılelma - yirmi altı aralık, bin dokuz yüz kırk yedi
20 Aralık 2023 Çarşamba
çocuk; mahalle baskısı, din, kanun, el alem ne der gibi duvarlar ile etrafı henüz örülmediği için olayları bütün çıplaklığıyla görür, tepkilerini de yine bariyerlerden azade olmanın pervasızlığıyla verir. haberi çocuktan almamızın sebebi, çocuğun henüz dış sansüre karşı korkusuz ve otosansürden habersiz olmasındandır. belki de bu sebeplerle içindeki çocuğu, yetişkinliğine taşıyabilenlere ya sanatçı deniyor ya da deli. ikisi arasındaki sınırların muğlaklığı da bundan ötürü olsa gerek. sen
çağan ırmak da içindeki çocuğu yaşatmak şöyle dursun, yetişkinliğiyle o çocuğu en iyi arkadaş haline getirebilen bir sanatçı. daha önce bütün ülkeyi ağlattığı filmlerde bile çocuğun gözünden hayal sahneleri koymaktan çekinmeyen, ulak’ta bir masal evreni inşa edip, anlatısına mesken kılan, hülasa hemen her işinde ağlatırken tebessüm ettiren, güldürürken de hüzünlendiren bir isim. yani eserleriyle, topluma bir çocuğun duygu değişkenliği yaşatabilen bir yazar.
işte hep kamera etrafında gözlemlediğimiz o muzip oğlan çocuğu bu kez klavyesinin başına geçmiş ve kitapseverlere ‘gözümden deliler taştı’yı armağan etmiş; yüzünde yine gülümsemeye eşlik eden hafif utangaç hafif de oyunbaz bir tavırla. eser, çağan ırmak’ın yetmişlerde geçen öykülerinden oluşuyor. aslında anılarından da denebilir lakin yazılanların ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek muhtemelen bunu ırmak’tan başkası hiçbir zaman bilemeyecek.
zira sinematografisindeki üslubu kitapta da sürdüren çağan ırmak, ‘gözümden deliler taştı’da ege’nin herhangi bir kentinde rastlayacağınız karakterleri, okurlara büyülü gerçeklik penceresinden izletiyor. o sebeple sayfaları çevirdikçe, kimi zaman plajda yenmesi için pişirilen köftelerin kokusu geliyor burnunuza, kimi zaman kulağınıza sinema perdesinde oynayan filmin sesi. bir yandan da, ölülerin de konuşabileceğini kabulleniyorsunuz bu gerçeklik içerisinde…
#gözümdendelilertaştı #doğankitap #kitap #bookstagram #çağanırmak #kitapönerisi #öykükitabı #okudumbitti #kitaplık #kütüphane #turkishliterature #türkedebiyatı #kitapkurdu #kitaptavsiyesi
15 Aralık 2023 Cuma
arif sağ ile ilgili ilk anılarım oldukça sisli ancak tek sebep her ikisinin de üzerinden otuz yıldan fazla geçmesi değil…
ilki ahmet dayımın evinde. seksenlerin sonu, cunta hala kara bir bulut gibi memleketin üstünde hükümferma. ailemizde fikir yelpazesinin sol tarafında kalan birkaç kişiden biri olan dayımın evinde bayram ziyaretindeyim. vhs kasetten yasaklı bir konser izliyoruz. uzun kâkülleri yüzüne dökülmüş bir adam ter içinde, sonradan adının şelpe olduğunu öğreneceğim teknikle, mızrapsız bağlama çalıyor. aslında çalma yüklemi durumu anlatmakta yetersiz, adam cezbe ile sazıyla bütünleşiyor. her tınıyı yaşıyor.
yine seksenlerin sonu, bir pazar günü, babam dükkandan erken gelmiş. hava alabildiğine sıcak. teybi de balkona çıkarmışız. babam üzüm yerken, hele o “belkıs akkala’nın bandını koy diyor. “sesini çok açma ha” diye de tembihliyor. hoparlörden önce bir bağlama solo yükseliyor. uzadıkça uzuyor ama bırakın sıkmayı, dinleyenleri saygı ile toparlanmaya sevk ediyor. az sonra da belkıs akkale ile arif sağ türküye giriyor. babamın gözünden yaşların sessizce aktığını görüyorum. üzümler boğazımda kalıyor, yutamıyorum.
işte bu hatıraların eşliğinde aldım muhalif bağlama’yı elime. biyografi ve nehir söyleşilerin müptelası olduğum için de almamla bitirmem arasında sadece üç gün geçti. kitap tüm nehir söyleşiler gibi okuyucuyu akıntısına kaptırıp götürüyor. şenay kalkan’ın da hakkını teslim etmek lazım. kalkan, uzun yılların tanışıklığını bir kenara bırakıp, arif sağ’ı sorularıyla bolca terletmiş eserde. kendiyle ilgili hayli ketum olduğunu anladığım usta ismi konuşturmak herkesin harcı olmasa gerek.
eser, arif sağ’ın doğumundan, iki bin dört yılına kadarki sanat, siyaset ve özel hayatını ele alıyor. tabii ki spotlar arif sağ’ın üstüne çevrilse de sahne hayli kalabalık. muhalif bağlama, türkiye’nin altmış yıllık dönemde yaşadıklarına ve pek çok portreye arif sağ’ın gözü ve yaşadıkları üzerinden bakma olanağı sunuyor.unutmayın türk varsa türküler; türküler varsa türk vardır. o yüzden, kurban olam mızrap tutan ellere…
#arifsağ #muhalifbağlama #şenaykalkan #alevi #bağlama #kitap #kitapönerisi #arifsag
“kitap sevgisi diye bir sevgi vardır sanırım. ana sevgisi, kardeş sevgisi, yar sevgisi gibi bir sevgi. bu sevgi insanın içinde doğuştan mıdır? yoksa sonradan mı uyanır? bunu bilmiyorum. daha doğrusu, ben şöyle inanıyorum: kitap sevgisi de bütün öbür sevgiler gibi doğuştan vardır; ama uyuyordur. onun, zamanı gelince uyandırılması gerekir.”
bu cümleler fakir baykurt’un harikulade eseri ‘eşekli kütüphaneci’den. her satırı kitapseverlerin yüreğine dokunan eser, “eşekli kütüphaneci” lakabıyla maruf mustafa güzelgöz’ün yaşam hikâyesini anlatıyor. türk edebiyatının en yetkin kalemlerinden fakir baykurt, gerçeklikle bağını hiç koparmadan dört dörtlük bir roman meydana getirmeyi başarmış.
içeriğe girmeden önce tekniğe dair birkaç cümle etmekte fayda var. baykurt kaleminin yetkinliğini konuşturarak, hem güzelgöz’ün sergüzeştini tüm detaylarıyla aktarıyor hem de kurgu karakterler ve olaylarla anlatısını tahkim ediyor. fakir baykurt’un yapıtı bu yönüyle biyografik roman nasıl yazılır soruna cevap niteliğinde…
kitabın muhtevasına gelecek olursak kırklı yıllarda, ürgüp çevresindeki köylere eşek sırtında kitap taşıyan, modern prometheus kütüphaneci mustafa güzelgöz’ü merkeze alan eser, bir yandan da dönem romanı olma özelliği gösteriyor. köy enstitülerinden halk evlerine, darbelerden taşra boğuculuğuna, mübadeleden mahalli futbola pek çok mevzuyu alt metinde ele alıyor.
okuyacakları düşünerek daha fazla ayrıntı vermeyeyim lakin şunu ekleyeyim, cumhuriyet aydınlanmasının isimsiz kahramanlarından mustafa güzelgöz’ün hayatı ve okutma seferberliğini konu alan “eşekli kütüphaneci” kitaba dost herkesin zevkle okuyacağı ve uzun süre etkisinden çıkamayacağı bir eser…
#eşeklikütüphaneci #mustafagüzelgöz #fakirbaykurt #türkedebiyatı #kitapönerisi #storytel #seslikitap #bookstagram #audiobook #kitap #book #ürgüp
28 Kasım 2023 Salı
babam, süregiden aşırı yoğunluk, ne yaptığını dahi algılayamadan kendini günlük koşuşturmacanın akışına bırakma ile ilgili harhariyat tabirini kullanırdı. yıllar sonra bu kelimenin peşine düştüm. ve sürpriz sonuç, hiçbir türkçe sözlükte böyle bir sözcük yoktu.
tabii ki vazgeçmedim ve ilk iş, doğu türkçesi ile farsçanın yoğun ilişkisinin üzerine gittim ve bingo! kelimenin kökü olan ‘harhar’a ulaştım. türkçemiz, örneğine sık rastlanır biçimde farsçadan aldığı kökü, arapça bir ekle melezleştirmiş sonra da kendi diline yeni bir kelime kazandırmıştı.
benim şaşkınlığımı asıl ikiye katlayan ise harhar sözcüğünün anlamı oldu. bu kelime farsçada, hem dinmeyen arzu hem de gönle çökmüş hüzün anlamına geliyordu. al sana tek kelimede naylon çağın özeti…
arapçada, devenin diken çiğnerken ağzını kanatması, sonra da o kanın tadına tav olup, kan kaybından ölünceye kadar bu eylemi tekrarlamasını tanımlamak için kullanılan harese kökünden üretilen hırs kelimesi gibi harhar da…
kapitalizmin ve konformizmin dayattığı sonsuz arzular uğruna yaptığımız koşunun bitiş çizgisinde yorgun ve üzgün bir gönülden başka bir şey olmayacağını bize anlatıyor. zehirde anlaştık, peki panzehir?
o reçete ise biraz uzaktan italya’dan, bir kelime değil, söz grubu: dolce far niente. kelime anlamı olarak hiçbir şey yapmamanın hoşluğu diye çevriliyor. daha doğru bir tabirle ise bir yere ya da şeye yetişme telaşı olmaksızın yapılan keyfekeder iş…
dolce far niente benim de çağın demir cırnağından kurtulmak sıkça başvurduğum bir yöntem. zaten başka türlü bu harhariyat içinde fırsat bulup, harhariyatın anlamının peşine düşebilir miydim?
#harhariyat #dolcefarniente #kelimeler #etimoloji #türkçe #naylonçağ #urfa #terzisaitsavaş #saitsavaş
24 Kasım 2023 Cuma
şimdiki nesil şanslı azizim. bakıyorum, gençler günün anlam ve önemini ihtiva eden mesajlarıyla birlikte öğretmenleriyle çektikleri fotoğraflarını paylaşıyor.
bizim çağımızda fotoğraf: düğün, okula başlama vb duraklarda işaret için kullanılan bir nevi mihenk taşlarıydı. o sebeple ben öğretmenlerimi eli ağır olanlar ve dayak yediğimde hala sırıtabildiklerim şeklinde hatırlıyorum.
lakin bahtsızlığım şu ki, doksanların urfa’sında, öğretmenlerin ekseriyeti ilk gruba mensuptu. ikinci grupta olanlar ise cetvel, tahta silgisi gibi teçhizata sahip olduğundan benim için yolun sonu aslında hep sızlayan avuçlar yahut beş parmak izli yanaklar olurdu.
politik doğruculuk çağında çok ayıp ve travmatik şeyler gibi görünse de benim malumatfuruşluğumdan kaynaklı ukalalığımı dizginleyen yediğim bu kötekler oldu.
ilginçtir, dayak grafiğim bilgi düzeyimle orantılı biçimde arttı hep… ilk öğretmenim emire çetinok, “gezmeye gitmeyin, ders çalışın” diyor diye halamlara giderken bile duvar diplerinden etrafı kollayarak geçen bir çocuk olduğum için ilkokul çağı benim için sıra dayakları hariç sakin geçti.
ömrümün yedi yılının geçtiği şanlıurfa anadolu lisesi ise, kemal sunal’ın şark bülbül’ü filmini kıskandırırcasına mazlumvari bir zaman dilimi oldu.
haşarılığın, haylazlığın ve ukalalığın sınırlarını zorladığım bu dönemde hemen her idarecinin ve öğretmenin vuruş şiddetini, yarattığı basıncı, oluşan izin geçeceği süreyi ezbere bildiğim bir dönemdi.
hasılı öğretmenlerim bir heykeltıraş misali envaı çeşit darbelerle karakterimi şekillendirip beni bugünlere getirdi.
buraya kadar okuyanlar merak edecektir. eğitim hayatın dayaktan mı ibaret diye 🙂
yok efendim, yukarıdaki kısımlar elbette işin latifesi. ama şehit öğretmenlerimizin fotoğrafları bir kolaja sığmayacak çokken. toplumda öğretmenin yeri maddi manevi olarak tatmin edici bir noktada değilken, atamayı bekleyen binlerce öğretmen varken ve özel eğitim kurumları öğretmenleri ırgat gibi kullanırken beylik cümlelerle anmak yerine ancak izahı olmayanın, mizahı olur kolaycılığına sığındım…
öğretmenler günü, bu ahval ve şerait içinde kutlu olabildiği kadar kutlu olsun…
- görsel: doksan yılı, yeğenim ilknur ile bozkurt’un önü-
15 Kasım 2023 Çarşamba
evet efendiler, türk mutfağı hiçbir tarihte olmadığı kadar tehlike altındadır. şeytan pişirgeci, göktürk kağanlığına giren çinli prenses misali çalışmakta ve ışıltı görüntüsüne aldanan milletimizin altını oymaktadır. kendimize geldiğimizde elimizde sadece tadı birbirinin aynısı tarifler kalmış olacak.
doğru tahmin ettiniz eyırfrayır denen o meşum aletten bahsediyorum. türk dil kurumu henüz karşılık bulmadığından ben şimdilik şeytan pişirgeci diyorum. siz iblisin fırını, albız aşhanesi, portatif tamu yahut erliğin tenceresi de diyebilirsiniz.
kırk asırdır kuyruk yağını merhem niyetine kullanan, zeytinyağını boydan sürünüp er meydanına çıkan, iç yağıyla lıklıkı köfte yapan, sade yağı tatlısına boca eden bir milletin ahfadı aman efendim yağsız olsun diyerek, etinden, patlıcanına, tatlısından, tuzlusuna envai çeşit taamı aynı usülde pişiriyor.
ey türk milleti titre ve kendine dön. kızartma yağda, haşlama suda, büryan kuyuda, kuzu tandırda, börek kuzinede, tavuk tuzda, balık ızgarada, kanat mangalda pişer. türkün kozmik odası olan mutfağına musallat olan eyırfrayır denen pişirgeç, yavuz’u öldüren şirpençeden daha az zararlı değildir.
gürbüz delikanlılarımızı, dalyan gibi kızlarımızı çekemeyen mahifllerin, türk milletine beşinci kol faaliyetidir. beni evhamlılıkla suçlayacaklardır. soruyorum; makine, silah, kapı, motor, şanzıman yağlanırken türkün bünyesini yağdan mahrum bırakmak bir casusluk faaliyeti değilse nedir?
buraya kadar okuduysanız hemen bakır leğeninizi kapın, içini dört litre kadar zeytin yağıyla doldurun. (o arada elinize bulaşan yağı bir güzel yanaklarınıza sürmeyi unutmayın.) sonra içine mebzul miktarda patlıcan ve biberi atın. onlar kızarırken, siz fokurdama sesiyle vecd halindeyken, şu şeytan pişirgeci meselesini bir daha düşünün…
3 Kasım 2023 Cuma
gaziantep’teki kitap şuuru hareketinin meyvesi olan çelebi dergisi “türk masalları” dosya konulu onuncu sayısıyla okuyucunun karşısında. bir avuç inanmış insanın bu ısrarını strebnitsa’da bombalar yağarken bilge kral aliya’nın ulusunun sığınaklarda, bugünler geçecek, gelecek nesiller kendini yetiştirmezse asıl o zaman savaşı kaybederiz bilinciyle yaptıklarına benzetiyorum.
“kan susar birgün/ zulüm biter/ menekşeler de açılır üstümüzde/ leylaklar da güler/ bugünlerden geriye/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler...” diyor ya adnan yücel, bilgi çağında direnişin en kutlusu kalemle, kitapla yapılmaz mı? bu düzen değişecekse gençosmanoğlu’nun, “and olsun kaleme, kâğıda/ bir millet yarattım doğuda/ türk diye bir yüce ad verdim.” mısralarında tarif edilen milletten başkası yapabilir mi bunu?
duygular sel olup taşınca, dergiye değinmek sona kaldı. çelebi, ahbap çavuş ilişkisiyle toplanmış değil alanında yetkin kalemlerden oluşan yazar kadrosu ile türk masalları konusunu derinlemesine incelemiş. her yazının sonundaki dipnotlarla da hevesliler için yeni kitapların yol haritasını çizmiş. çelebi dergisi’nin tüm bunları ideolojik duruş sahibi olup, ideolojik körlüğe düşmeden yapabilmesi ise takdirin en büyüğünü hak ediyor.
türk masallarına dair çocuklarınıza bırakacağınız evladiyelik bir başucu kaynağı arıyorsanız yahut bu serdengeçtilerin başlarken altını çizdiğim aşkla yüklendiği sorumluluğa bir omuz vermek istiyorsanız sosyal medyadan ulaşarak dergiyi adresinize isteyebilirsiniz. kanın ve gözyaşının dindiği günlerde nice sayılar olsun dileğiyle, çelebi’ye emek verenlere sonsuz teşekkürler…
#çelebidergisi #kitapşuuru
31 Ekim 2023 Salı
bazı insanlar kutup yıldızı gibidir. yeryüzünden yüz hatta bazen üç yüz yılda bir geçerler. ancak ne acıdır ki, onların geçişi bir kutup yıldızının ihtişamıyla olmaz. çağdaşları tarafından anlaşılamadıklarından onlar için hayat; sıkıntı, yalnızlık ve alay edilme ile geçer. galileo, da vinci, kopernik, hezarfen, neyzen tevfik… gibi birçokları öldükten asırlar sonra anlaşılır ve iade-i itibara mazhar olur. fakat bu insanlar içinde öyle bir grup vardır ki, onlar için coğrafya kaderdir. ne kadar çabalasalar da, doğdukları mutaassıp çevrenin kabuğunu kıramazlar. âşık oldukları topraklar onlar için birer pranga hüviyetine bürünür. onlardan birini, hiç görmemiş olsam da iyi tanıyorum: mustafa dişli…
mustafa amca, kayıtlara göre ben dünyaya geldikten iki yıl sonra vefat etmiş. fakat bizim evde ve dükkânda hala olanca canlılığıyla yaşamaya devam ediyor. onun darb-ı meselleri ve hatıralarıyla büyüdüğüm için kendimi şanslı sayıyorum. doğduğum topraklar, büyük insan yetiştirme konusunda mahir olsa da, mustafa amca çok yönlülüğüyle her zaman ayrı bir yerde duruyor. bir insan düşünün ki; terzi, siyasetçi, hatip, şair, yazar, halkbilimci, stk başkanı, futbol hakemi, sinema oyuncusu, organizatör… vb. birbirinden bağımsız alanlarda üstün yetenekli olsun. hem de bin dokuz yüz altmışlı, yetmişli yılların urfa’sında, tamamen kendi çabasıyla bu hususiyetlerle donanmış olsun. işte fazlası yok, eksiği var, o kişi: mustafa dişli’dir…
peki, böylesi bir cevher hak ettiği ilgiyi yaşadığı çağda görmüş müdür? kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu sorunun cevabı olumsuzdur. hatta daha acısı, vefatından günümüze kadar da, vefa örneği birkaç yerel çalışma dışında hakkıyla tanıtılıp, anlaşılmamıştır. ömrü boyunca, alay etmeye varan tazyikle karşı karşıya gelen mustafa amca, devletinden de üzerine düşen payı almıştır. on iki eylül cuntasının işkence tezgahından geçtikten kısa süre sonra baki aleme göçmüştür… hazindir ki, adına, sempozyumlar, edebiyat yarışmaları, film festivalleri düzenlenmesi gereken bu değer elli yıl sonra da yok sayılmaya devam edilmektedir. baht utansın…
#mustafadisli #mustafadişli #urfa #şanlıurfa #kültür #sanat #vefa #aslanyeleliadam
29 Ekim 2023 Pazar
tarihin en çok konuşulan vasiyetnamesinin muhatabı yağmur atsız beğ seksen üç yaşında hayata veda etti. atsız beğ dünya üzerindeki hemen tüm millet, etnisite, toplulukları; geçmiş, gelecek, dahili, harici, potansiyel vb düşman şeklinde sınıflandırdığı o meşhur vasiyeti oğlu yağmur için kaleme almıştı.
yağmur beğ her namlı babanın oğlunun kaderini yaşadı. seksen üç yıllık yaşamı, yeryüzüne ayak basmış en nev’i şahsına münhasır insanlardan atsız beğ’in gölgesinde geçirdi. belki de bu sebeple pek çok kaderdaşı oğul gibi gözlerden hatta memleketten uzak bir hayatı seçti ve hayatının büyük kısmını geçirdiği köln’de vefat etti. isteği üzere oraya da defnedilecek.
hep babasına layık olmamakla itham edilse de yağmur beğ dört dörtlük bir entelektüel, duruş sahibi bir fikir adamıydı. nitekim arkasında birbirinden kıymetli yapıtlar bıraktı. bence atsız gibi birinin bir daha gelmeyeceğini kabul edip, değerlendirilseydi yağmur beğ ile ilgili daha sağlıklı bir kanaate varılırdı.
türkçeye hakimiyeti ve babasını andıran yalın kılıç gerçekçi aynı zamanda sarkastik üslubu sebebiyle yağmur beğ’in tüm kitaplarını büyük bir iştahla okudum. özellikle 'meçhul genç gazeteciye mektuplar' ve 'ömrümün ilk altmış beş yılı' referans niteliğinde eserlerdi. farklı gazeteler için kaleme aldığı köşe yazılarını da aynı heyecanla takip ettim.
bu arada yağmur beğ’in beni işletmişliği de var…
sanırım iki bin dokuz yılında kişisel verileri koruma kanuna muhalefet etme pahasına telefonunu bulup aramıştım. karşımda tam bir istanbul beyefendisi vardı. “yağmur bey yok buyrun ben yardımcı olayım” dedi. o günkü cahil cesaretimle, atsız ile ilgili bir roman yazmak istediğimden falan bahsettim. muhtemelen benzer epeyi arama aldığı için birkaç espri ile beni geçiştirdi, konuşmayı sonlandırırken de kimliğini ifşa etti.
son olarak kaderin cilvesi midir bilinmez, atsız ile inişli çıkışlı bir ilişkisi olan necip fazıl kısakürek’in maşeri hafızaya kazıdığı şiiriyle tarihin bir diğer çok ünlü seslenişinin muhatabı mehmed kısakürek de geçtiğimiz hafta içinde dünyaya veda etmişti.
yani birkaç gün içinde “mehmed’im” ile “oğlum yağmur” hitapları muhatapsız kaldı…
#yağmuratsız #atsız #yagmuratsiz
23 Ekim 2023 Pazartesi
kalubelada türk’e gurbet yazılmış olacak ki milletimizin sıla özlemi hiç dinmemiş. eski dünya tabir edilen coğrafyadaki hemen her kavim kendini bildi bileli aynı topraklardayken, türkün sergüzeşti bering boğazından, kuzey afrika’ya avrupa içlerinden hindistan’a at üstünde geçmiş.
yüzyıllar süren fetihler, savaşlar ve yenilgilerin ardından tam konargöçerlik bitti derken bu kez ekmek peşinde gurbete düşmüş türk milleti. avustralya’dan arabistan’a, kuzey amerika’dan avrupa’ya dört bir yana dağılmış alın yazısı gurbet olan milletin evlatları…
belki de bu yüzden gurbet ve sıla türkçeye özgü kelimeler. nitekim bu iki kavramın dünyadaki dillerde birebir karşılığı yok.
nasıl olsun ki? var mı yeryüzünde vatanına böylesi hasret kalan, var mı gurbeti yavrusuna sıla olan, yavrusunun sılasında gurbeti yaşayan?
işte, türkün bin yıllar süren gurbetliği altmış birdeki büyük göçle birlikte tek kelime inmiş: alamanya oluvermiş. anadolu’nun elektrik girmemiş köylerine berlin tren garının, ren nehrinin üzerindeki köprülerin adı girivermiş.
her mühim hadise gibi yüzbinleri anadolu’nun bağrından avrupa’nın göbeğine sürükleyen bu büyük göç de zaman içinde kendi edebiyatını oluşturmuş. lakin sılada kalanlara, gurbete gidenlerin varlığı nasıl yaban gelmeye başladıysa sözü de öyle olmuş. yıllar boyu avrupa türklerinin yaz/g/ısı derli toplu araştırılmamış.
neyse ki yıllarca gurbet ve sılayı söz ile saza döken ozan yusuf polatoğlu iş başa düştü deyip, harikulade bir çalışma ortaya koymuş. fakat ne acıdır ki polatoğlu’nun ömrü uzun yıllara yayılmış çabasının bu eşsiz ürününü görmeye vefa etmemiş.
vefatının ardından yayınlanan yapıtı için polatoğlu sadece basılı eserleri değil, süreli yayınlardan, müzik eserlerinin güftelerine gurbet ve sıla üzerine söylenmiş ne varsa taramış hatta bunla da yetinmeyip röportajlarla dört başı mamur bir göç antolojisi meydana getirmiş.
ilgilisi için hazine değerindeki bu eseri polatoğlu’nun vefatının ardından yayına hazırlayan mahmut aşkar’a, neşreden avrupa türk islam birliği, atib’e ve bana ulaştıran mehmet borukcu ağabey’e de teşekkür ederek bitireyim.
@ozanyusufpolatoglu @atibunion #göç @cigiryayinlari #gurbetçi #sıla #hasret #almanya #kitap
20 Ekim 2023 Cuma
benim için az’ın kaderi de kendisi kadar ilginç oldu. az’ı kurtuluş parkı’ndaki sergiden hafif ıslanmış biçimde aldım. epeyi uzun bir süre kitaplıkta durdu. son taşınmamızın ardından, tasnif sırasında elime gelince okumaya başladım. birkaç gün sonra arabamız yolda kaldığında, az yan koltukta duruyordu. yaklaşık üçte ikisini bitirdiğim kitabı çekicide unuttum. “neyse, kısmette yokmuş” deyip vazgeçecekken, kitabın storytel’de olduğunu fark edip, kalan kısmı oradan dinledim.
‘az’ sert bir kitap. okuması kolay, hazmetmesi zor. hakan günday’ın anlatısı küfür, şiddet, cinsellik, uyuşturucu, bdsm sarmalında ilerliyor. kitap bittiğinde mutat üzere hakkındaki yazıları ve esere dair röportajları okudum ve dinledim. hakan günday’ın yeraltı edebiyatı tabir edilen alanda yapıtlar vermesinden kaynaklı bu durumun sadık okuyucuları için sürpriz olmadığını anladım.
yukarıda saydıklarımı okuyanların büyük kısmı o kadim tartışmaya kendi içinde çoktan girdi kuvvetle muhtemel. sanatçılar hayatta olan her şeyi konu almalı mı yoksa nezih bir alanda üretim mi yapmalı? bu soru cevabını hiçbir zaman bulmayacak. benim şahsi görüşümü soracak olursanız, sanatçılar tüm sınırlamalardan arınıp eserler ortaya koymalı, muhataplarsa hassasiyetleri ve beğenileri nispetinde bu eserlere yönelmeli. nitekim uyuşturucu satıcılarının kendi arasında sizli bizli konuştuğu bir kitap, genel ahlak ilkelerine uygun olsa da okuyucunun zihninde gerçekçiliğini tahkim etmesi imkânsızdır.
tekrar kitaba dönecek olursak, ‘az’ korucu aşiretlerinden yatılı yurtlara, tarikatlardan ingiliz gizli servisine, müptezel torbacılardan porno sektörüne, çocuk gelinlerden oğuz atay’a… hayli geniş bir dekorda iki hikayeli kurgusu ile ilgi çekici bir kitap. hakan günday, normal hayatta yolları kesişmeyecek bu kişi ve yapıları zaman zaman tesadüfün sınırlarını zorlayarak anlatısında buluşturmuş. kitap bu sebeple mahsun kırmızıgül sineması ile chuck palahniuk edebiyatı arasındaki o pek de ince olmayan çizgide gidip geliyor.
#az #hakangünday #yeraltıedebiyatı #çizim #oğuzatay #kitap #bookstagram #drawing #derda #kitaptavsiyesi #kitapönerisi #kitapkurdu #kitaplık
17 Ekim 2023 Salı
mahmut iki metreyi aşkın boyu, fırıncı küreğinden büyük elleriyle basket topunu portakal tutar gibi alır, basit bir iki hareketle kendisini savunmaya çalışan bizleri saf dışı bırakıp smacı basardı. üstelik mutombo’dan mülhem mahombo dediğimiz dostum, ayakları için uygun ayakkabı olmadığından epeyi zaman terlikle ve çıplak ayakla oynadı basketbolu. mahombo ne nba draftını ne de yirmi beşini gördü.
ilk kez, abim bir kitap hazırlığındayken görmüştüm mahmut bedir’in resmini. göksel arsoy ile cüneyt arkın’ın birleşimi yakışıklılığıyla urfa’ya yetmişli yıllarda atanmış bir öğretmendi. okulda öğrencileri, okul binasının dışında urfalılar, karaman’ın sarıveliler ilçesinden gelmiş bu veli namzetini sarı hocayı bağrına bastı. mahmut bedir kurşunlandığında henüz otuzunda yoktu.
ilkokulda arkadaşım abisinin fıkra kitabından tiyatro oyunu yazar, rolleri dağıtır, aksesuarları bulur, makyaj yapar, üzerine bilet ve afiş tasarlar, dekoru hazırlayıp sınıfta arkadaşlarıyla oynardı. urfa’da oxford olmadığı gibi tiyatro da yoktu o zamanlar. öylece küllenip gitti içindeki tiyatro ateşi. yıllar sonra hatırlattığımda yaptığı işin büyüklüğünü kendisi bile unutmuştu…
aslında hatıra defterime yansıyan daha epeyi suret var. zor coğrafyalarda kendinin devamı olamamış nice insan. ama bu isimler japonca şitazumi kelimesinin anlamını öğrenince bir çırpıda aklıma gelenler. japonlar yüklükte altta kalan şiltelere bakıp üretmiş şitazumiyi. potansiyelini gerçekleştirememiş, olması gereken yerin altında kalmış anlamında…
13 Ekim 2023 Cuma
meydan larousse’lardan hiç görmediği ülkeler hakkında oralarda yaşayanların bile bilemeyeceği detayları ezberleyen, cem atabeyoğlu’nun spor tarihi ansiklopedisi’nden leblebi mehmet’in vefa’ya on dört gol attığını öğrenen, sağlık ansiklopedisi’nden evdekilere çaktırmadan muzır neşriyat verimi alabilen, lügatten öğrendiği kelimelerle akrostiş şiir yazan neslin yüz akı bir yazarı var: mahir ünsal eriş.
zaman içerisinde kuşağının malumatfuruşluğunu dört başı tekmil entelektüelliğe dönüştüren mahir ağabey harika bir eserle, bilginin peşindeki kırk yıllık yolculuğunu taçlandırmış.
okurlarının öykü ve romanlarındaki dil zenginliğinden tahmin ettiği, müptelalarının ise çeviri faaliyetleri, röportajları ve töre sivrioğlu ile yaptığı podcast’ten öğrendiği üzere mahir ünsal eriş dil tutkunu çokdilli bir yazar. farklı lisanlarda çeviri yapabilecek yetkinliği sahip eriş, on civarında dile bir şekilde dokunmuş.
işte, “babil kulesi kitabı” yıllara yayılmış bu çabanın ve aşkın cisim bulmuş hali. bir diğer deyişle mahir ünsal eriş’in büyük bir diğerkamlık ve cömertlik örneği göstererek, kelimelerle ilgili yolculuğunda topladıklarını bir batında okuyucuya sunduğu bir armağan.
kitap o kadar yoğun bilgi içeriyor ki, geniş aile’nin ve kaygısızlar’ın ilk sezonlarında yaşadığım bir espriye gülerken, diğerini kaçırma durumu nihayetinde karın ağrısıyla bölümü kapatma hissini uzun süre sonra babil kulesi kitabı’nda yaşadım.
bir kelimenin serüvenine tanıklık ederken verilen örnekle yeni bir aydınlanma yaşayıp, “bu arada” şeklinde önemsiz bir şey söylenecekmiş gibi başlayan bağlama cümlesinde ise büsbütün hayrete düşeceğiniz, istisnasız her satırında mahir ünsal ağabey’in okuyucusunu tenvir eylediği harikulade bir yapıtla karşı karşıyayız.
son olarak mahir ünsal eriş’in bir konuda daha hakkını teslim edeyim. pek çok etimoloğun aksine, ideolojik kimliğini bir kenara bırakarak, salt ilmi bir tecessüs ve hakikatperest bir tavırla sözcüklerin peşine düşmesi kitabın kıymetine kıymet katmış.
okuyun, hak vereceksiniz.
@mahirunsaleris @kafkayayinevi @literaedebiyat #mahirünsaleriş #babilkulesikitabı #etimoloji #kitap #book #bookstagram #kitapönerisi
15 Eylül 2023 Cuma
bu girizgaha bakıp siyasi bir yazı zannetmeyin lütfen. konumuz, sponsorluk kıskacındaki futbol.
nerden esti derseniz, ali sami yen stadyumu ile ilgili bir videoya denk geldim. o tribünlerde oturup çıplak gözle hiç maç izlememiş olmama rağmen görüntüler beni duygulandırdı. zira ferdi tarihimdeki pek çok anıda mekan olarak sami yen baş roldeydi. keza urfa on bir nisan stadyumu da benzer bir konumda. ve şu an her ikisinin de olmadığını düşündüm.
sonra pele’yi ağırlayan maracana’nın yerinde durduğunu, old trafford, bernabeu, camp nou, roma olimpiyat… şeklinde bu listenin uzatılabileceğini fark ettim. yarım asır önce stat için yapılan tribün bestesinin hala rahatlıkla seslendirilebileceğini, üç neslin aynı mekanda bireysel hatıralar biriktirebildiğini tahayyül edip ister istemez kıskandım.
eskiden avrupa maçları için ülkeye gelen ecnebi takımları demeçlerinde “sami yen hell” tamlamasına mutlaka yer verirdi. bugün stadın ismini avrupalı teknik adamı bırakın, para verip maç izlemeye giden seyirci bile bilmiyor olabilir. haliyle taraftarla mekan hatta takım arasında kurulması gereken bağ da eskisi gibi olmaz, olmuyor.
bu arada yegane derdimiz, stadın yerinin değişmesi değil ne yazık ki. stadın adı da sponsor marifetiyle her yıl dönüşüyor. hatta bu değişim stat ismiyle de bitmiyor, henüz dört büyükler kendini korumayı başarsa da, takımlarımız her yıl bir başka adla taraftarın karşısında arzı endam ediyor. bir sene aldığın forma ertesi sene kadük oluyor.
elbette tüm bunların kapitalizmle ilgili olduğunu biliyorum. lakin uzun vadede bu kimliksizleştirme ve hafıza sıfırlaması kapitalizmin bindiği dalı kesmesiyle sonuçlanabilir. tamam futbol borsada değil arsada güzel diyecek kadar romantik değiliz ama ne olur bu oyun, sponsorların takımlarla oynadığı değil, on birerden iki takımın bir topla oynadığı şekliyle kalsın.
#alisamiyen #onbirnisan
23 Ağustos 2023 Çarşamba
ufuklar ardı bizim
tenasühün varlığı farklı sahalarda çalışma yapan ilim erbabının üzerinde hep tartışageldiği bir mevzudur. görünen o ki dünya dönmeye devam ettikçe de bu tartışma sürecek. reenkarnasyon konusunda uzman olmasam da ben ruhun tekrar bedenlendiğini savunanları mutlu edebilecek birini tanıyorum: şair mehmet ali kalkan ağabey…
o, dede korkut gibi boy boylayan soy soylayan, aşkı yunus gibi yaşayan, isyanını köroğlu’nca dile getiren, doğayla karacaoğlan misali hemhal olan, aşık veysel gibi gönlüyle gören, neşet ertaş gibi anadolu kokan; hasılı türkün tarih sahnesine çıkışından bu yana söz varlığından izleri mısralarında bulacağınız bir şair.
ilk eseri “gök aradık tuğlara” ile, bencileyin şiirden anlamayan gönüllerde bile deprem etkisi yaratan mehmet ali ağabey, ufuklar ardı bizim ile de türkçe’yi bir abı hayat gibi, bizlere en yalın en çarpıcı ve en çok ihtiyacımız olan haliyle sunuyor. gitgide sloganlara sıkışıp kalan türkçülüğü okuyucusuna mest edercesine estetize ediyor.
ufuklar ardı bizim, ötüken neşriyat etiketiyle, kitapçılarda; aşka, vatana, doğaya, varoluşa, inanca, kavgaya hasılı insana dair gönül telinin titremesini isteyen okurları bekliyor. yazıyı bitirirken, mehmet ali ağabey’in bir sonraki eserinin, sosyal medyada peyderpey paylaştığı, hatıratı ve türk siyasetiyle, edebiyatına iz bırakmış portrelerin derlenmesi olur umarım, diyerek talebimi de paylaşayım.
“sinesi saf ne güzel/ insanın merdi bizim/ gül’ce sarraf ne güzel/ kelamın yurdu bizim/
günü gelir kurur su/ günü gelir durur su/ günü gelir korur su/ ufuklar ardı bizim..”
30 Temmuz 2023 Pazar
“sirkeci'den tren gider, / evim, barkım viran gider, / biz hep atla geçtik tuna'dan, / böyle geçmedik avrat, uşak, / biz hiç böyle geçmedik, / tuna bizden utanır, biz tuna'dan, / aldırma be tuna'm, /yiğit çıplak doğar anadan”
şair ali akbaş, doksan üç yılında ocak yayınları’ndan çıkan masal çağı ismi eserinde, altmış bir yılında başlayan ve hala devam eden büyük göçü böyle anlatmış.
sirkeci istasyonundaki on birinci peron anadolu’nun kavruk delikanlıları, başı yazmalı kadınları için yıllarca, king’s cross istasyonu’ndaki dokuz üç çeyrek peronu gibi bilinmeyen bir dünyaya açılan kapı olmuş…
her yolculuk bir hikayenin başlangıcıdır. lakin anlatılmamış hikayeler kahramanıyla birlikte tarihin tozlu sayfalarının arasında kaybolmaya mahkumdur. o yaşanmışlıkların makus kaderini ancak bir başka kahraman değiştirebilir o da elinde kalemiyle bir yazardan başkası değildir.
işte, sosyal medyada diasporatürk mahlasıyla, avrupa türklerinin öykülerinin peşine düşen gökhan duman, on birinci peron isimli yapıtında onlarca hikayeyi bir araya getirip, ölümsüzleştirmiş.
eseri kategorize etmek biraz güç. önceleri köln’deki ford fabrikasında çalışan, sonra arzuhalciliğe soyunan ibrahim ve ailesi etrafındaki anlatı bu yönüyle bir romanı andırıyor ama dönemin basın yayın organlarından yapılan alıntılar eseri bir belgesel havasına büründürüyor. duman aynı zamanda görsel açıdan da eserini zenginleştirmiş. öyle yüreğe dokunan resimler var ki bu kitaba bir albüm demek de pekala mümkün. belki de en doğrusu on birinci peronu bir dönem belgeseli kabul etmek.
bugün ekonomik ve politik sebeplerle gitgide nefret objesi haline getirilmek istenen gurbetçileri ya da bana göre daha doğru tabir olan avrupa türklerini anlamak, onların geçtiği yolları, yaşadığı acıları bilmek empati yapmak adına çok önemli…
zaten gökhan duman da yalın gerçekliği bir ayna gibi okuyucunun yüzüne tutmuş. her okur, bu aynada kendini kimi zaman solingen’de alevler arasında, kimi zaman ford fabrikası direnişinde görecek. konuk işçi olarak çağrıldığı topraklardan “türkenraus” sloganları eşliğinde kesin dönüş yapanlara da, o topraklarda kendine yer açanlara tanıklık edecek…
#gökhanduman #onbirinciperon #gurbetçi
22 Temmuz 2023 Cumartesi
blurlu sevda…
efendim yavuz ağıralioğlu bey’in son açıklamasını okudum. türkiye’de milliyetçi muhafazakar bir parti ihtiyacı olduğunu ve yakın zamanda yeni bir parti kuracağını söylemiş. son seçimde mhp, bbp, iyip, zafer ve myp ülkücü seçmene hitap etmiş ve her dört oydan biri bu beş partiye gitmişti. seçime girme yeterliliği olmayan da mtp gibi birkaç ülkücü kökenli parti de hali hazırda mevcudiyetini sürdürüyor. hal böyle oluca, ülkücülük hep böyle revaçta mıydı diye sordum kendime ve aklıma doksan iki yılı geldi…
hüseyin abiciğim, on sekiz yaşında filinta gibi bir delikanlı. hem basketbol hem judo kariyerini birlikte sürdürüyor. gerçi sepet topuna pek ilgisi yok ama boyu posu yerinde olunca arkadaş hatırına parkeye çıkıyor. esas sevdası ise judoya. eh, judo da ona karşı boş değil. hal böyle olunca kahverengi kuşağı beline bağlaması uzun sürmüyor ve judoya artık öğretici olarak devam ediyor.
neyse yine doksan iki yılının genel ahvaline dönelim. ülkücüleri temsilen, cuntanın kapattığı mhp'yi ikame amaçlı kurulmuş mçp var. lakin mçp'liler, herkesin anap, dyp gibi 'uslu' partilere kümelendiği bir dönemde, hala 'akıllanmamış' bir azınlıktan bir ibaret. urfa’da o fikre saplanıp kalan bir avuç şahsın arasında en ateşlilerden biri de yaşı itibariyle hüseyin abiciğim. o da legal zeminde kendini ifade imkanı bulamayan ülkücü dünya görüşü için önüne gelen pası kaçırmıyor.
şehrin çiçeği burnunda yerel televizyonu, judo kursuna röportaj için gelecek. abim haberini alır almaz, ablama türlü şirinlikler yaparak, judogisinin üstüne bir bozkurt işlemesi için ikna ediyor. röportaj günü abim sırt kısmını kaplayan bir bozkurt işlemesiyle judogisini sırtına geçiriyor. röportajlar yapılıyor, detay görüntüler alınıyor. akşama başta bizim aile olmak üzere eş dost herkes ekran başında. abimin korsan eyleminin sonuçlarını bekliyoruz.
fakat, o da ne? televizyon ekibi, abimin sırtındaki bozkurt her göründüğünde, üzerine bluru, yani bulanıklaştırma efektini koyuvermiş. iki dakikalık haberin yarısı, cine-beş’in şifreli yayını tadında geçiyor. bizdeki hayal kırıklığı ablamın “neyse en azından gözüne siyah bant çekmemişler” demesiyle yerini kahkahalara bırakıyor…
“hadi oğlum gelmisense ben gidiyem örgetmen kızacak” deyince yılmaz, büyü bozuluyor bir anda. o küçücük vitrinde az önce transformers’lar ha...

-
dayım henüz beşikteyken anasını kaybetmiş. hayata onu koruyup kollayacak biri olmadan başlamış yani. tırnaklarıyla kazıyarak denir ya hani, ...
-
insan ömrü çok kısa. her mükemmel kitabı bitirirken bunun ayırdına daha iyi varıyorum. başımı kaldırmadan okusam dahi harikulade kitapların ...
-
istanbul yüzyıllarca sadece türklere değil türkçemize de başkentlik yaptı. bundan mütevellit istanbul ağzı türk dili için nirengi noktası ka...