15 Aralık 2023 Cuma

“kitap sevgisi diye bir sevgi vardır sanırım. ana sevgisi, kardeş sevgisi, yar sevgisi gibi bir sevgi. bu sevgi insanın içinde doğuştan mıdır? yoksa sonradan mı uyanır? bunu bilmiyorum. daha doğrusu, ben şöyle inanıyorum: kitap sevgisi de bütün öbür sevgiler gibi doğuştan vardır; ama uyuyordur. onun, zamanı gelince uyandırılması gerekir.”

bu cümleler fakir baykurt’un harikulade eseri ‘eşekli kütüphaneci’den. her satırı kitapseverlerin yüreğine dokunan eser, “eşekli kütüphaneci” lakabıyla maruf mustafa güzelgöz’ün yaşam hikâyesini anlatıyor. türk edebiyatının en yetkin kalemlerinden fakir baykurt, gerçeklikle bağını hiç koparmadan dört dörtlük bir roman meydana getirmeyi başarmış.

içeriğe girmeden önce tekniğe dair birkaç cümle etmekte fayda var. baykurt kaleminin yetkinliğini konuşturarak, hem güzelgöz’ün sergüzeştini tüm detaylarıyla aktarıyor hem de kurgu karakterler ve olaylarla anlatısını tahkim ediyor. fakir baykurt’un yapıtı bu yönüyle biyografik roman nasıl yazılır soruna cevap niteliğinde…

kitabın muhtevasına gelecek olursak kırklı yıllarda, ürgüp çevresindeki köylere eşek sırtında kitap taşıyan, modern prometheus kütüphaneci mustafa güzelgöz’ü merkeze alan eser, bir yandan da dönem romanı olma özelliği gösteriyor. köy enstitülerinden halk evlerine, darbelerden taşra boğuculuğuna, mübadeleden mahalli futbola pek çok mevzuyu alt metinde ele alıyor.

okuyacakları düşünerek daha fazla ayrıntı vermeyeyim lakin şunu ekleyeyim, cumhuriyet aydınlanmasının isimsiz kahramanlarından mustafa güzelgöz’ün hayatı ve okutma seferberliğini konu alan “eşekli kütüphaneci” kitaba dost herkesin zevkle okuyacağı ve uzun süre etkisinden çıkamayacağı bir eser…

#eşeklikütüphaneci #mustafagüzelgöz #fakirbaykurt #türkedebiyatı #kitapönerisi #storytel #seslikitap #bookstagram #audiobook #kitap #book #ürgüp

28 Kasım 2023 Salı


babam, süregiden aşırı yoğunluk, ne yaptığını dahi algılayamadan kendini günlük koşuşturmacanın akışına bırakma ile ilgili harhariyat tabirini kullanırdı. yıllar sonra bu kelimenin peşine düştüm. ve sürpriz sonuç, hiçbir türkçe sözlükte böyle bir sözcük yoktu. 

tabii ki vazgeçmedim ve ilk iş, doğu türkçesi ile farsçanın yoğun ilişkisinin üzerine gittim ve bingo! kelimenin kökü olan ‘harhar’a ulaştım. türkçemiz, örneğine sık rastlanır biçimde farsçadan aldığı kökü, arapça bir ekle melezleştirmiş sonra da kendi diline yeni bir kelime kazandırmıştı.

benim şaşkınlığımı asıl ikiye katlayan ise harhar sözcüğünün anlamı oldu. bu kelime farsçada, hem dinmeyen arzu hem de gönle çökmüş hüzün anlamına geliyordu. al sana tek kelimede naylon çağın özeti… 

arapçada, devenin diken çiğnerken ağzını kanatması, sonra da o kanın tadına tav olup, kan kaybından ölünceye kadar bu eylemi tekrarlamasını tanımlamak için kullanılan harese kökünden üretilen hırs kelimesi gibi harhar da…

kapitalizmin ve konformizmin dayattığı sonsuz arzular uğruna yaptığımız koşunun bitiş çizgisinde yorgun ve üzgün bir gönülden başka bir şey olmayacağını bize anlatıyor. zehirde anlaştık, peki panzehir?

o reçete ise biraz uzaktan italya’dan, bir kelime değil, söz grubu: dolce far niente. kelime anlamı olarak hiçbir şey yapmamanın hoşluğu diye çevriliyor. daha doğru bir tabirle ise bir yere ya da şeye yetişme telaşı olmaksızın yapılan keyfekeder iş…

dolce far niente benim de çağın demir cırnağından kurtulmak sıkça başvurduğum bir yöntem. zaten başka türlü bu harhariyat içinde fırsat bulup, harhariyatın anlamının peşine düşebilir miydim?


#harhariyat #dolcefarniente #kelimeler #etimoloji #türkçe #naylonçağ #urfa #terzisaitsavaş #saitsavaş

24 Kasım 2023 Cuma


şimdiki nesil şanslı azizim. bakıyorum, gençler günün anlam ve önemini ihtiva eden mesajlarıyla birlikte öğretmenleriyle çektikleri fotoğraflarını paylaşıyor. 

bizim çağımızda fotoğraf: düğün, okula başlama vb duraklarda işaret için kullanılan bir nevi mihenk taşlarıydı. o sebeple ben öğretmenlerimi eli ağır olanlar ve dayak yediğimde hala sırıtabildiklerim şeklinde hatırlıyorum.

lakin bahtsızlığım şu ki, doksanların urfa’sında, öğretmenlerin ekseriyeti ilk gruba mensuptu. ikinci grupta olanlar ise cetvel, tahta silgisi gibi teçhizata sahip olduğundan benim için yolun sonu aslında hep sızlayan avuçlar yahut beş parmak izli yanaklar olurdu.

politik doğruculuk çağında çok ayıp ve travmatik şeyler gibi görünse de benim malumatfuruşluğumdan kaynaklı ukalalığımı dizginleyen yediğim bu kötekler oldu. 

ilginçtir, dayak grafiğim bilgi düzeyimle orantılı biçimde arttı hep… ilk öğretmenim emire çetinok, “gezmeye gitmeyin, ders çalışın” diyor diye halamlara giderken bile duvar diplerinden etrafı kollayarak geçen bir çocuk olduğum için ilkokul çağı benim için sıra dayakları hariç sakin geçti.

ömrümün yedi yılının geçtiği şanlıurfa anadolu lisesi ise, kemal sunal’ın şark bülbül’ü filmini kıskandırırcasına mazlumvari bir zaman dilimi oldu. 

haşarılığın, haylazlığın ve ukalalığın sınırlarını zorladığım bu dönemde hemen her idarecinin ve öğretmenin vuruş şiddetini, yarattığı basıncı, oluşan izin geçeceği süreyi ezbere bildiğim bir dönemdi. 

hasılı öğretmenlerim bir heykeltıraş misali envaı çeşit darbelerle karakterimi şekillendirip beni bugünlere getirdi.

buraya kadar okuyanlar merak edecektir. eğitim hayatın dayaktan mı ibaret diye 🙂

yok efendim, yukarıdaki kısımlar elbette işin latifesi. ama şehit öğretmenlerimizin fotoğrafları bir kolaja sığmayacak çokken. toplumda öğretmenin yeri maddi manevi olarak tatmin edici bir noktada değilken, atamayı bekleyen binlerce öğretmen varken ve özel eğitim kurumları öğretmenleri ırgat gibi kullanırken beylik cümlelerle anmak yerine ancak izahı olmayanın, mizahı olur kolaycılığına sığındım…

öğretmenler günü, bu ahval ve şerait içinde kutlu olabildiği kadar kutlu olsun…


- görsel: doksan yılı, yeğenim ilknur ile bozkurt’un önü-

15 Kasım 2023 Çarşamba

 


şu çağda düz dünyacılar, reptilyancılar falan kendine taraftar bulup, dünyayı kurtaran adam’ın senaryosuna rahmet okutacak düşüncelerini yayarken biz mutfaklarımızı sinsice işgal eden şeytan pişirgecine tepki gösteremiyoruz. bu hali ancak ahval ve şeraitin vahametini henüz kavrayamayışımıza veriyorum.

evet efendiler, türk mutfağı hiçbir tarihte olmadığı kadar tehlike altındadır. şeytan pişirgeci, göktürk kağanlığına giren çinli prenses misali çalışmakta ve ışıltı görüntüsüne aldanan milletimizin altını oymaktadır. kendimize geldiğimizde elimizde sadece tadı birbirinin aynısı tarifler kalmış olacak.

doğru tahmin ettiniz eyırfrayır denen o meşum aletten bahsediyorum. türk dil kurumu henüz karşılık bulmadığından ben şimdilik şeytan pişirgeci diyorum. siz iblisin fırını, albız aşhanesi, portatif tamu yahut erliğin tenceresi de diyebilirsiniz.

kırk asırdır kuyruk yağını merhem niyetine kullanan, zeytinyağını boydan sürünüp er meydanına çıkan, iç yağıyla lıklıkı köfte yapan, sade yağı tatlısına boca eden bir milletin ahfadı aman efendim yağsız olsun diyerek, etinden, patlıcanına, tatlısından, tuzlusuna envai çeşit taamı aynı usülde pişiriyor.

ey türk milleti titre ve kendine dön. kızartma yağda, haşlama suda, büryan kuyuda, kuzu tandırda, börek kuzinede, tavuk tuzda, balık ızgarada, kanat mangalda pişer. türkün kozmik odası olan mutfağına musallat olan eyırfrayır denen pişirgeç, yavuz’u öldüren şirpençeden daha az zararlı değildir.

gürbüz delikanlılarımızı, dalyan gibi kızlarımızı çekemeyen mahifllerin, türk milletine beşinci kol faaliyetidir. beni evhamlılıkla suçlayacaklardır. soruyorum; makine, silah, kapı, motor, şanzıman yağlanırken türkün bünyesini yağdan mahrum bırakmak bir casusluk faaliyeti değilse nedir?

buraya kadar okuduysanız hemen bakır leğeninizi kapın, içini dört litre kadar zeytin yağıyla doldurun. (o arada elinize bulaşan yağı bir güzel yanaklarınıza sürmeyi unutmayın.) sonra içine mebzul miktarda patlıcan ve biberi atın. onlar kızarırken, siz fokurdama sesiyle vecd halindeyken, şu şeytan pişirgeci meselesini bir daha düşünün…

3 Kasım 2023 Cuma



yüreğinde merhametin zerresini taşıyan herkesin aldığı nefesten utandığı kirli bir savaşa tanıklık ediyoruz. masum insanların ölümünün çoklu sayıları sadece bir artırdığı bu günlerde herkes ne yapabiliriz diye düşünürken, bildiği yolda “delinse yer, çökse gök,yansa, kül olsa dört yan/ yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan…” şiarıyla yürümeyi sürdürenler de var.

gaziantep’teki kitap şuuru hareketinin meyvesi olan çelebi dergisi “türk masalları” dosya konulu onuncu sayısıyla okuyucunun karşısında. bir avuç inanmış insanın bu ısrarını strebnitsa’da bombalar yağarken bilge kral aliya’nın ulusunun sığınaklarda, bugünler geçecek, gelecek nesiller kendini yetiştirmezse asıl o zaman savaşı kaybederiz bilinciyle yaptıklarına benzetiyorum.


“kan susar birgün/ zulüm biter/ menekşeler de açılır üstümüzde/ leylaklar da güler/ bugünlerden geriye/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler...” diyor ya adnan yücel, bilgi çağında direnişin en kutlusu kalemle, kitapla yapılmaz mı? bu düzen değişecekse gençosmanoğlu’nun, “and olsun kaleme, kâğıda/ bir millet yarattım doğuda/ türk diye bir yüce ad verdim.” mısralarında tarif edilen milletten başkası yapabilir mi bunu?


duygular sel olup taşınca, dergiye değinmek sona kaldı. çelebi, ahbap çavuş ilişkisiyle toplanmış değil alanında yetkin kalemlerden oluşan yazar kadrosu ile türk masalları konusunu derinlemesine incelemiş. her yazının sonundaki dipnotlarla da hevesliler için yeni kitapların yol haritasını çizmiş. çelebi dergisi’nin tüm bunları ideolojik duruş sahibi olup, ideolojik körlüğe düşmeden yapabilmesi ise takdirin en büyüğünü hak ediyor.


türk masallarına dair çocuklarınıza bırakacağınız evladiyelik bir başucu kaynağı arıyorsanız yahut bu serdengeçtilerin başlarken altını çizdiğim aşkla yüklendiği sorumluluğa bir omuz vermek istiyorsanız sosyal medyadan ulaşarak dergiyi adresinize isteyebilirsiniz. kanın ve gözyaşının dindiği günlerde nice sayılar olsun dileğiyle, çelebi’ye emek verenlere sonsuz teşekkürler…


#çelebidergisi #kitapşuuru

31 Ekim 2023 Salı


bazı insanlar kutup yıldızı gibidir. yeryüzünden yüz hatta bazen üç yüz yılda bir geçerler. ancak ne acıdır ki, onların geçişi bir kutup yıldızının ihtişamıyla olmaz. çağdaşları tarafından anlaşılamadıklarından onlar için hayat; sıkıntı, yalnızlık ve alay edilme ile geçer. galileo, da vinci, kopernik, hezarfen, neyzen tevfik… gibi birçokları öldükten asırlar sonra anlaşılır ve iade-i itibara mazhar olur. fakat bu insanlar içinde öyle bir grup vardır ki, onlar için coğrafya kaderdir. ne kadar çabalasalar da, doğdukları mutaassıp çevrenin kabuğunu kıramazlar. âşık oldukları topraklar onlar için birer pranga hüviyetine bürünür. onlardan birini, hiç görmemiş olsam da iyi tanıyorum: mustafa dişli…

mustafa amca, kayıtlara göre ben dünyaya geldikten iki yıl sonra vefat etmiş. fakat bizim evde ve dükkânda hala olanca canlılığıyla yaşamaya devam ediyor. onun darb-ı meselleri ve hatıralarıyla büyüdüğüm için kendimi şanslı sayıyorum. doğduğum topraklar, büyük insan yetiştirme konusunda mahir olsa da, mustafa amca çok yönlülüğüyle her zaman ayrı bir yerde duruyor. bir insan düşünün ki; terzi, siyasetçi, hatip, şair, yazar, halkbilimci, stk başkanı, futbol hakemi, sinema oyuncusu, organizatör… vb. birbirinden bağımsız alanlarda üstün yetenekli olsun. hem de bin dokuz yüz altmışlı, yetmişli yılların urfa’sında, tamamen kendi çabasıyla bu hususiyetlerle donanmış olsun. işte fazlası yok, eksiği var, o kişi: mustafa dişli’dir…

peki, böylesi bir cevher hak ettiği ilgiyi yaşadığı çağda görmüş müdür? kolayca tahmin edebileceğiniz gibi bu sorunun cevabı olumsuzdur. hatta daha acısı, vefatından günümüze kadar da, vefa örneği birkaç yerel çalışma dışında hakkıyla tanıtılıp, anlaşılmamıştır. ömrü boyunca, alay etmeye varan tazyikle karşı karşıya gelen mustafa amca, devletinden de üzerine düşen payı almıştır. on iki eylül cuntasının işkence tezgahından geçtikten kısa süre sonra baki aleme göçmüştür… hazindir ki, adına, sempozyumlar, edebiyat yarışmaları, film festivalleri düzenlenmesi gereken bu değer elli yıl sonra da yok sayılmaya devam edilmektedir. baht utansın… 


#mustafadisli #mustafadişli #urfa #şanlıurfa #kültür #sanat #vefa #aslanyeleliadam

29 Ekim 2023 Pazar


tarihin en çok konuşulan vasiyetnamesinin muhatabı yağmur atsız beğ seksen üç yaşında hayata veda etti. atsız beğ dünya üzerindeki hemen tüm millet, etnisite, toplulukları; geçmiş, gelecek, dahili, harici, potansiyel vb düşman şeklinde sınıflandırdığı o meşhur vasiyeti oğlu yağmur için kaleme almıştı.

yağmur beğ her namlı babanın oğlunun kaderini yaşadı. seksen üç yıllık yaşamı, yeryüzüne ayak basmış en nev’i şahsına münhasır insanlardan atsız beğ’in gölgesinde geçirdi. belki de bu sebeple pek çok kaderdaşı oğul gibi gözlerden hatta memleketten uzak bir hayatı seçti ve hayatının büyük kısmını geçirdiği köln’de vefat etti. isteği üzere oraya da defnedilecek.

hep babasına layık olmamakla itham edilse de yağmur beğ dört dörtlük bir entelektüel, duruş sahibi bir fikir adamıydı. nitekim arkasında birbirinden kıymetli yapıtlar bıraktı. bence atsız gibi birinin bir daha gelmeyeceğini kabul edip, değerlendirilseydi yağmur beğ ile ilgili daha sağlıklı bir kanaate varılırdı.

türkçeye hakimiyeti ve babasını andıran yalın kılıç gerçekçi aynı zamanda sarkastik üslubu sebebiyle yağmur beğ’in tüm kitaplarını büyük bir iştahla okudum. özellikle 'meçhul genç gazeteciye mektuplar' ve 'ömrümün ilk altmış beş yılı' referans niteliğinde eserlerdi. farklı gazeteler için kaleme aldığı köşe yazılarını da aynı heyecanla takip ettim. 

bu arada yağmur beğ’in beni işletmişliği de var…

sanırım iki bin dokuz yılında kişisel verileri koruma kanuna muhalefet etme pahasına telefonunu bulup aramıştım. karşımda tam bir istanbul beyefendisi vardı. “yağmur bey yok buyrun ben yardımcı olayım” dedi. o günkü cahil cesaretimle, atsız ile ilgili bir roman yazmak istediğimden falan bahsettim. muhtemelen benzer epeyi arama aldığı için birkaç espri ile beni geçiştirdi, konuşmayı sonlandırırken de kimliğini ifşa etti.

son olarak kaderin cilvesi midir bilinmez, atsız ile inişli çıkışlı bir ilişkisi olan necip fazıl kısakürek’in maşeri hafızaya kazıdığı şiiriyle tarihin bir diğer çok ünlü seslenişinin muhatabı mehmed kısakürek de geçtiğimiz hafta içinde dünyaya veda etmişti. 

yani birkaç gün içinde “mehmed’im” ile “oğlum yağmur” hitapları muhatapsız kaldı…

#yağmuratsız #atsız #yagmuratsiz

23 Ekim 2023 Pazartesi

 

kalubelada türk’e gurbet yazılmış olacak ki milletimizin sıla özlemi hiç dinmemiş. eski dünya tabir edilen coğrafyadaki hemen her kavim kendini bildi bileli aynı topraklardayken, türkün sergüzeşti bering boğazından, kuzey afrika’ya avrupa içlerinden hindistan’a at üstünde geçmiş. 

yüzyıllar süren fetihler, savaşlar ve yenilgilerin ardından tam konargöçerlik bitti derken bu kez ekmek peşinde gurbete düşmüş türk milleti. avustralya’dan arabistan’a, kuzey amerika’dan avrupa’ya dört bir yana dağılmış alın yazısı gurbet olan milletin evlatları…

belki de bu yüzden gurbet ve sıla türkçeye özgü kelimeler. nitekim bu iki kavramın dünyadaki dillerde birebir karşılığı yok. 

nasıl olsun ki? var mı yeryüzünde vatanına böylesi hasret kalan, var mı gurbeti yavrusuna sıla olan, yavrusunun sılasında gurbeti yaşayan?

işte, türkün bin yıllar süren gurbetliği altmış birdeki büyük göçle birlikte tek kelime inmiş: alamanya oluvermiş. anadolu’nun elektrik girmemiş köylerine berlin tren garının, ren nehrinin üzerindeki köprülerin adı girivermiş.

her mühim hadise gibi yüzbinleri anadolu’nun bağrından avrupa’nın göbeğine sürükleyen bu büyük göç de zaman içinde kendi edebiyatını oluşturmuş. lakin sılada kalanlara, gurbete gidenlerin varlığı nasıl yaban gelmeye başladıysa sözü de öyle olmuş. yıllar boyu avrupa türklerinin yaz/g/ısı derli toplu araştırılmamış.

neyse ki yıllarca gurbet ve sılayı söz ile saza döken ozan yusuf polatoğlu iş başa düştü deyip, harikulade bir çalışma ortaya koymuş. fakat ne acıdır ki polatoğlu’nun ömrü uzun yıllara yayılmış çabasının bu eşsiz ürününü görmeye vefa etmemiş.

vefatının ardından yayınlanan yapıtı için polatoğlu sadece basılı eserleri değil, süreli yayınlardan, müzik eserlerinin güftelerine gurbet ve sıla üzerine söylenmiş ne varsa taramış hatta bunla da yetinmeyip röportajlarla dört başı mamur bir göç antolojisi meydana getirmiş. 

ilgilisi için hazine değerindeki bu eseri polatoğlu’nun vefatının ardından yayına hazırlayan mahmut aşkar’a, neşreden avrupa türk islam birliği, atib’e ve bana ulaştıran mehmet borukcu ağabey’e de teşekkür ederek bitireyim.


@ozanyusufpolatoglu @atibunion #göç @cigiryayinlari #gurbetçi #sıla #hasret #almanya  #kitap

20 Ekim 2023 Cuma


“az”

benim için az’ın kaderi de kendisi kadar ilginç oldu. az’ı kurtuluş parkı’ndaki sergiden hafif ıslanmış biçimde aldım. epeyi uzun bir süre kitaplıkta durdu. son taşınmamızın ardından, tasnif sırasında elime gelince okumaya başladım. birkaç gün sonra arabamız yolda kaldığında, az yan koltukta duruyordu. yaklaşık üçte ikisini bitirdiğim kitabı çekicide unuttum. “neyse, kısmette yokmuş” deyip vazgeçecekken, kitabın storytel’de olduğunu fark edip, kalan kısmı oradan dinledim.

‘az’ sert bir kitap. okuması kolay, hazmetmesi zor. hakan günday’ın anlatısı küfür, şiddet, cinsellik, uyuşturucu, bdsm sarmalında ilerliyor. kitap bittiğinde mutat üzere hakkındaki yazıları ve esere dair röportajları okudum ve dinledim. hakan günday’ın yeraltı edebiyatı tabir edilen alanda yapıtlar vermesinden kaynaklı bu durumun sadık okuyucuları için sürpriz olmadığını anladım.

yukarıda saydıklarımı okuyanların büyük kısmı o kadim tartışmaya kendi içinde çoktan girdi kuvvetle muhtemel. sanatçılar hayatta olan her şeyi konu almalı mı yoksa nezih bir alanda üretim mi yapmalı? bu soru cevabını hiçbir zaman bulmayacak. benim şahsi görüşümü soracak olursanız, sanatçılar tüm sınırlamalardan arınıp eserler ortaya koymalı, muhataplarsa hassasiyetleri ve beğenileri nispetinde bu eserlere yönelmeli. nitekim uyuşturucu satıcılarının kendi arasında sizli bizli konuştuğu bir kitap, genel ahlak ilkelerine uygun olsa da okuyucunun zihninde gerçekçiliğini tahkim etmesi imkânsızdır. 

tekrar kitaba dönecek olursak, ‘az’ korucu aşiretlerinden yatılı yurtlara, tarikatlardan ingiliz gizli servisine, müptezel torbacılardan porno sektörüne, çocuk gelinlerden oğuz atay’a… hayli geniş bir dekorda iki hikayeli kurgusu ile ilgi çekici bir kitap. hakan günday, normal hayatta yolları kesişmeyecek bu kişi ve yapıları zaman zaman tesadüfün sınırlarını zorlayarak anlatısında buluşturmuş. kitap bu sebeple mahsun kırmızıgül sineması ile chuck palahniuk edebiyatı arasındaki o pek de ince olmayan çizgide gidip geliyor.


#az #hakangünday #yeraltıedebiyatı #çizim #oğuzatay #kitap #bookstagram #drawing #derda #kitaptavsiyesi #kitapönerisi #kitapkurdu #kitaplık

17 Ekim 2023 Salı


sabah gözümü açtığımda ilhan teyzeyi üzerinde yattığım döşeği hafiften toplayıp kendine açtığı alanda bir yandan boranı için köfte yuvalarken, bir yandan o gün -evet saat sekiz itibariyle- yaptıklarını anlatırken bulurdum. bu çokça kez tekrarlanan bir manzaraydı. çalışkanlığı, iletişim becerisi, etrafa saçtığı pozitif enerjisi, yaşam bilgeliği ilhan teyzeyi hiçbir zaman falanca şirketin ceo’su yapmadı…

mahmut iki metreyi aşkın boyu, fırıncı küreğinden büyük elleriyle basket topunu portakal tutar gibi alır, basit bir iki hareketle kendisini savunmaya çalışan bizleri saf dışı bırakıp smacı basardı. üstelik mutombo’dan mülhem mahombo dediğimiz dostum, ayakları için uygun ayakkabı olmadığından epeyi zaman terlikle ve çıplak ayakla oynadı basketbolu. mahombo ne nba draftını ne de yirmi beşini gördü.

ilk kez, abim bir kitap hazırlığındayken görmüştüm mahmut bedir’in resmini. göksel arsoy ile cüneyt arkın’ın birleşimi yakışıklılığıyla urfa’ya yetmişli yıllarda atanmış bir öğretmendi. okulda öğrencileri, okul binasının dışında urfalılar, karaman’ın sarıveliler ilçesinden gelmiş bu veli namzetini sarı hocayı bağrına bastı. mahmut bedir kurşunlandığında henüz otuzunda yoktu.

ilkokulda arkadaşım abisinin fıkra kitabından tiyatro oyunu yazar, rolleri dağıtır, aksesuarları bulur, makyaj yapar, üzerine bilet ve afiş tasarlar, dekoru hazırlayıp sınıfta arkadaşlarıyla oynardı. urfa’da oxford olmadığı gibi tiyatro da yoktu o zamanlar. öylece küllenip gitti içindeki tiyatro ateşi. yıllar sonra hatırlattığımda yaptığı işin büyüklüğünü kendisi bile unutmuştu…

aslında hatıra defterime yansıyan daha epeyi suret var. zor coğrafyalarda kendinin devamı olamamış nice insan. ama bu isimler japonca şitazumi kelimesinin anlamını öğrenince bir çırpıda aklıma gelenler. japonlar yüklükte altta kalan şiltelere bakıp üretmiş şitazumiyi. potansiyelini gerçekleştirememiş, olması gereken yerin altında kalmış anlamında…


13 Ekim 2023 Cuma


meydan larousse’lardan hiç görmediği ülkeler hakkında oralarda yaşayanların bile bilemeyeceği detayları ezberleyen, cem atabeyoğlu’nun spor tarihi ansiklopedisi’nden leblebi mehmet’in vefa’ya on dört gol attığını öğrenen, sağlık ansiklopedisi’nden evdekilere çaktırmadan muzır neşriyat verimi alabilen, lügatten öğrendiği kelimelerle akrostiş şiir yazan neslin yüz akı bir yazarı var: mahir ünsal eriş. 

zaman içerisinde kuşağının malumatfuruşluğunu dört başı tekmil entelektüelliğe dönüştüren mahir ağabey harika bir eserle, bilginin peşindeki kırk yıllık yolculuğunu taçlandırmış. 

okurlarının öykü ve romanlarındaki dil zenginliğinden tahmin ettiği, müptelalarının ise çeviri faaliyetleri, röportajları ve töre sivrioğlu ile yaptığı podcast’ten öğrendiği üzere mahir ünsal eriş dil tutkunu çokdilli bir yazar. farklı lisanlarda çeviri yapabilecek yetkinliği sahip eriş, on civarında dile bir şekilde dokunmuş.

işte, “babil kulesi kitabı” yıllara yayılmış bu çabanın ve aşkın cisim bulmuş hali. bir diğer deyişle mahir ünsal eriş’in büyük bir diğerkamlık ve cömertlik örneği göstererek, kelimelerle ilgili yolculuğunda topladıklarını bir batında okuyucuya sunduğu bir armağan.

kitap o kadar yoğun bilgi içeriyor ki, geniş aile’nin ve kaygısızlar’ın ilk sezonlarında yaşadığım bir espriye gülerken, diğerini kaçırma durumu nihayetinde karın ağrısıyla bölümü kapatma hissini uzun süre sonra babil kulesi kitabı’nda yaşadım.

bir kelimenin serüvenine tanıklık ederken verilen örnekle yeni bir aydınlanma yaşayıp, “bu arada” şeklinde önemsiz bir şey söylenecekmiş gibi başlayan bağlama cümlesinde ise büsbütün hayrete düşeceğiniz, istisnasız her satırında mahir ünsal ağabey’in okuyucusunu tenvir eylediği harikulade bir yapıtla karşı karşıyayız.

son olarak mahir ünsal eriş’in bir konuda daha hakkını teslim edeyim. pek çok etimoloğun aksine, ideolojik kimliğini bir kenara bırakarak, salt ilmi bir tecessüs ve hakikatperest bir tavırla sözcüklerin peşine düşmesi kitabın kıymetine kıymet katmış. 

okuyun, hak vereceksiniz.

@mahirunsaleris @kafkayayinevi @literaedebiyat #mahirünsaleriş #babilkulesikitabı #etimoloji #kitap #book #bookstagram #kitapönerisi 

15 Eylül 2023 Cuma

 


fuat yılmazer’in içeriği en az başlığı kadar çarpıcı bir kitabı var: türk’ün hafıza sorunu. gerçekten toplumsal belleğimiz belki bulunduğumuz coğrafyanın baş döndürücü hızından belki de hala yazılı ve yerleşik kültürü bünyelerimizin sindiremeyişinden bir türlü makul bir seviyeye gelmiyor. 

bu girizgaha bakıp siyasi bir yazı zannetmeyin lütfen. konumuz, sponsorluk kıskacındaki futbol.

nerden esti derseniz, ali sami yen stadyumu ile ilgili bir videoya denk geldim. o tribünlerde oturup çıplak gözle hiç maç izlememiş olmama rağmen görüntüler beni duygulandırdı. zira ferdi tarihimdeki pek çok anıda mekan olarak sami yen baş roldeydi. keza urfa on bir nisan stadyumu da benzer bir konumda. ve şu an her ikisinin de olmadığını düşündüm.

sonra pele’yi ağırlayan maracana’nın yerinde durduğunu, old trafford, bernabeu, camp nou, roma olimpiyat… şeklinde bu listenin uzatılabileceğini fark ettim. yarım asır önce stat için yapılan tribün bestesinin hala rahatlıkla seslendirilebileceğini, üç neslin aynı mekanda bireysel hatıralar biriktirebildiğini tahayyül edip ister istemez kıskandım.

eskiden avrupa maçları için ülkeye gelen ecnebi takımları demeçlerinde “sami yen hell” tamlamasına mutlaka yer verirdi. bugün stadın ismini avrupalı teknik adamı bırakın, para verip maç izlemeye giden seyirci bile bilmiyor olabilir. haliyle taraftarla mekan hatta takım arasında kurulması gereken bağ da eskisi gibi olmaz, olmuyor.

bu arada yegane derdimiz, stadın yerinin değişmesi değil ne yazık ki. stadın adı da sponsor marifetiyle her yıl dönüşüyor. hatta bu değişim stat ismiyle de bitmiyor, henüz dört büyükler kendini korumayı başarsa da, takımlarımız her yıl bir başka adla taraftarın karşısında arzı endam ediyor. bir sene aldığın forma ertesi sene kadük oluyor. 

elbette tüm bunların kapitalizmle ilgili olduğunu biliyorum. lakin uzun vadede bu kimliksizleştirme ve hafıza sıfırlaması kapitalizmin bindiği dalı kesmesiyle sonuçlanabilir. tamam futbol borsada değil arsada güzel diyecek kadar romantik değiliz ama ne olur bu oyun, sponsorların takımlarla oynadığı değil, on birerden iki takımın bir topla oynadığı şekliyle kalsın.

#alisamiyen #onbirnisan

23 Ağustos 2023 Çarşamba

ufuklar ardı bizim

tenasühün varlığı farklı sahalarda çalışma yapan ilim erbabının üzerinde hep tartışageldiği bir mevzudur. görünen o ki dünya dönmeye devam ettikçe de bu tartışma sürecek. reenkarnasyon konusunda uzman olmasam da ben ruhun tekrar bedenlendiğini savunanları mutlu edebilecek birini tanıyorum: şair mehmet ali kalkan ağabey…

o, dede korkut gibi boy boylayan soy soylayan, aşkı yunus gibi yaşayan, isyanını köroğlu’nca dile getiren, doğayla karacaoğlan misali hemhal olan, aşık veysel gibi gönlüyle gören, neşet ertaş gibi anadolu kokan; hasılı türkün tarih sahnesine çıkışından bu yana söz varlığından izleri mısralarında bulacağınız bir şair.

ilk eseri “gök aradık tuğlara” ile, bencileyin şiirden anlamayan gönüllerde bile deprem etkisi yaratan mehmet ali ağabey, ufuklar ardı bizim ile de türkçe’yi bir abı hayat gibi, bizlere en yalın en çarpıcı ve en çok ihtiyacımız olan haliyle sunuyor. gitgide sloganlara sıkışıp kalan türkçülüğü okuyucusuna mest edercesine estetize ediyor.

ufuklar ardı bizim, ötüken neşriyat etiketiyle, kitapçılarda; aşka, vatana, doğaya, varoluşa, inanca, kavgaya hasılı insana dair gönül telinin titremesini isteyen okurları bekliyor. yazıyı bitirirken, mehmet ali ağabey’in bir sonraki eserinin, sosyal medyada peyderpey paylaştığı, hatıratı ve türk siyasetiyle, edebiyatına iz bırakmış portrelerin derlenmesi olur umarım, diyerek talebimi de paylaşayım.

“sinesi saf ne güzel/ insanın merdi bizim/ gül’ce sarraf ne güzel/ kelamın yurdu bizim/

günü gelir kurur su/ günü gelir durur su/ günü gelir korur su/ ufuklar ardı bizim..”

30 Temmuz 2023 Pazar


 “sirkeci'den tren gider, / evim, barkım viran gider, / biz hep atla geçtik tuna'dan, / böyle geçmedik avrat, uşak, / biz hiç böyle geçmedik, / tuna bizden utanır, biz tuna'dan, / aldırma be tuna'm, /yiğit çıplak doğar anadan”

şair ali akbaş, doksan üç yılında ocak yayınları’ndan çıkan masal çağı ismi eserinde, altmış bir yılında başlayan ve hala devam eden büyük göçü böyle anlatmış.

sirkeci istasyonundaki on birinci peron anadolu’nun kavruk delikanlıları, başı yazmalı kadınları için yıllarca, king’s cross istasyonu’ndaki dokuz üç çeyrek peronu gibi bilinmeyen bir dünyaya açılan kapı olmuş…

her yolculuk bir hikayenin başlangıcıdır. lakin anlatılmamış hikayeler kahramanıyla birlikte tarihin tozlu sayfalarının arasında kaybolmaya mahkumdur. o yaşanmışlıkların makus kaderini ancak bir başka kahraman değiştirebilir o da elinde kalemiyle bir yazardan başkası değildir.

işte, sosyal medyada diasporatürk mahlasıyla, avrupa türklerinin öykülerinin peşine düşen gökhan duman, on birinci peron isimli yapıtında onlarca hikayeyi bir araya getirip, ölümsüzleştirmiş.

eseri kategorize etmek biraz güç. önceleri köln’deki ford fabrikasında çalışan, sonra arzuhalciliğe soyunan ibrahim ve ailesi etrafındaki anlatı bu yönüyle bir romanı andırıyor ama dönemin basın yayın organlarından yapılan alıntılar eseri bir belgesel havasına büründürüyor. duman aynı zamanda görsel açıdan da eserini zenginleştirmiş. öyle yüreğe dokunan resimler var ki bu kitaba bir albüm demek de pekala mümkün. belki de en doğrusu on birinci peronu bir dönem belgeseli kabul etmek.

bugün ekonomik ve politik sebeplerle gitgide nefret objesi haline getirilmek istenen gurbetçileri ya da bana göre daha doğru tabir olan avrupa türklerini anlamak, onların geçtiği yolları, yaşadığı acıları bilmek empati yapmak adına çok önemli…

zaten gökhan duman da yalın gerçekliği bir ayna gibi okuyucunun yüzüne tutmuş. her okur, bu aynada kendini kimi zaman solingen’de alevler arasında, kimi zaman ford fabrikası direnişinde görecek. konuk işçi olarak çağrıldığı topraklardan “türkenraus” sloganları eşliğinde kesin dönüş yapanlara da, o topraklarda kendine yer açanlara tanıklık edecek…


#gökhanduman #onbirinciperon #gurbetçi

22 Temmuz 2023 Cumartesi


blurlu sevda…

efendim yavuz ağıralioğlu bey’in son açıklamasını okudum. türkiye’de milliyetçi muhafazakar bir parti ihtiyacı olduğunu ve yakın zamanda yeni bir parti kuracağını söylemiş. son seçimde mhp, bbp, iyip, zafer ve myp ülkücü seçmene hitap etmiş ve her dört oydan biri bu beş partiye gitmişti. seçime girme yeterliliği olmayan da mtp gibi birkaç ülkücü kökenli parti de hali hazırda mevcudiyetini sürdürüyor. hal böyle oluca, ülkücülük hep böyle revaçta mıydı diye sordum kendime ve aklıma doksan iki yılı geldi…

hüseyin abiciğim, on sekiz yaşında filinta gibi bir delikanlı. hem basketbol hem judo kariyerini birlikte sürdürüyor. gerçi sepet topuna pek ilgisi yok ama boyu posu yerinde olunca arkadaş hatırına parkeye çıkıyor. esas sevdası ise judoya. eh, judo da ona karşı boş değil. hal böyle olunca kahverengi kuşağı beline bağlaması uzun sürmüyor ve judoya artık öğretici olarak devam ediyor.

neyse yine doksan iki yılının genel ahvaline dönelim. ülkücüleri temsilen, cuntanın kapattığı mhp'yi ikame amaçlı kurulmuş mçp var. lakin mçp'liler, herkesin anap, dyp gibi 'uslu' partilere kümelendiği bir dönemde, hala 'akıllanmamış' bir azınlıktan bir ibaret. urfa’da o fikre saplanıp kalan bir avuç şahsın arasında en ateşlilerden biri de yaşı itibariyle hüseyin abiciğim. o da legal zeminde kendini ifade imkanı bulamayan ülkücü dünya görüşü için önüne gelen pası kaçırmıyor.

şehrin çiçeği burnunda yerel televizyonu, judo kursuna röportaj için gelecek. abim haberini alır almaz, ablama türlü şirinlikler yaparak, judogisinin üstüne bir bozkurt işlemesi için ikna ediyor. röportaj günü abim sırt kısmını kaplayan bir bozkurt işlemesiyle judogisini sırtına geçiriyor. röportajlar yapılıyor, detay görüntüler alınıyor. akşama başta bizim aile olmak üzere eş dost herkes ekran başında. abimin korsan eyleminin sonuçlarını bekliyoruz.

fakat, o da ne? televizyon ekibi, abimin sırtındaki bozkurt her göründüğünde, üzerine bluru, yani bulanıklaştırma efektini koyuvermiş. iki dakikalık haberin yarısı, cine-beş’in şifreli yayını tadında geçiyor. bizdeki hayal kırıklığı ablamın “neyse en azından gözüne siyah bant çekmemişler” demesiyle yerini kahkahalara bırakıyor…

18 Temmuz 2023 Salı

 


ferenc molnar on iki ocak, bin sekiz yüz yetmiş sekiz yılında budapeşte’de doğdu. ondan yirmi dokuz yıl sonra bir başka türk ili istanbul’da, yine on iki ocak günü hüseyin nihal atsız dünyaya geldi. molnar, yirmi yaşında orduda savaş muhabirliği yaptı. atsız, yirmi yaşında ordudan atıldı…

molnar, pal sokağı çocukları’nı kaleme alır ve çocuk kitabı olarak yazılan eser, nesiller boyunca yediden yetmiş yediye herkesin beğeniyle okuduğu bir kitap olarak ölümsüzleşir. atsız bozkurtların ölümü’nü ateş çocuk mecmuasında tefrika eder ve eser nesiller boyunca yediden yetmiş yediye herkesin beğeniyle okuduğu bir kitap olarak ölümsüzleşir.

molnar sembolist bir anlatımı benimser, macar çocukları’na yiğitlik, yurtseverlik, militarizm, silah arkadaşlığı, fedakarlık, şehitlik.. vb. benzeri kavramları iki çocuk grubunun bir arsa için yaptığı kavga üzerinden yüceltir. atsız, sembolist anlatımla, tarihsel gerçekliği olan kürşad ihtilali üzerinden yiğitlik, türkçülük, militarizm, silah arkadaşlığı, fedakarlık, şehitlik.. vb. benzeri kavramları yüceltir.

molnar ile atsız bazen de ters yöntemler kullanır. kürşad, acı kuvveti, liderliği, zekası, gürbüz vücuduyla -atsız’ın deyimiyle yarı tanrı misali- tam bir kahraman profilidir. nemesçek ise kırılgan yapısı, fiziksel dezavantajları, nahifliği ile grubun en zayıf halkası olarak tam bir antikahramandır. ancak hal böyleyken, atsız’ın kahramanlık şiiri hem nemesçek’e hem kürşad’a ne güzel uyar…

nemesçek’in ölümü okuyucunun içinde kapanmayacak bir yara açar. kürşad’ın kaybı bugün hala okurların kabul etmekte zorlandığı bir sondur. nemesçek ölse de yenilmemiştir, bilakis onun uğruna can verdiği arsa, arkadaşlarına yurt olmuştur. kürşad’ın cansız bedeni de budununa yolbaşçı olup, hürriyete ulaştırmıştır.

ruhları buluşmuş mudur bilmem ama bir araya geldiyseler, molnar bu kadar tesadüfün yanında atsız’ın kardeş kahraman macarlar diye bir şiiri olduğunu öğrenip büsbütün şaşırmıştır mutlaka…

#atsız #ferencmolnár #palsokağıçocukları #bozkurtlarınölümü #hungary #magyar #paulstreetboys #apalutcaifiuk

8 Temmuz 2023 Cumartesi


mfö değil, türkiye ö’sünü kaybetti. kemal sunal ile k’sini nasıl yitirdiyse ülke, barış manço ile b’sine nasıl veda ettiyse, özkan uğur ile ö’müz öyle gitti…

sahici çağların sahici yapıtlar ortaya koymuş tüm sanatçıları gibi özkan uğur da maşeri bellekte yer sahibiydi. bugün toplumsal hayatta asla bir araya gelmeyecek nice insanın hissettiği boşluğa karşılık gelen müstesna bir yer…

özkan uğur sadece bir sanatçı değildi. benim akranlarım için biraz tetris biraz vhs kasetti. bazen ilk aşkı hatırlatan bir parça, bazen göçmüş bir yakın… kısaca nice hatıramızda fon müziğiydi. 

yetmişlerde çocuk olanlar içinse ispanyol paça pantolon, geniş yakalı gömleklerdi. hakeza seksenler, iki binler ve iki bin onlar. belki de yüzünden eksik olmayan o tebessüm, üç nesle şarkılarını ezberletme bahtiyarlığındandır…

bundandır ki özkan uğur’a üzülürken biraz da kendimize yanacağız. geçen yıllarımıza, anılarımıza, kaybettiklerimize… 

aslında belki daha çok kendimize zira o kubbede hoş sadâ bırakıp gitti…


#mfö #özkanuğur #mazi 

7 Temmuz 2023 Cuma

bugün müsaadenizle teoman’ı öveceğim. evet, bildiğiniz rock yıldızı teoman yakupoğlu’nu. çeyrek asırdan fazla süredir usanmadan dinlediğim teoman, türkiye’nin bob dylan’ıdır. bugüne kadar nobel almamış olması manzum eserlerin çevirisinin hiçbir zaman anadildeki etkisini göstermemesine, oskarsız kalmış olmasını ise bütünüyle sinemadaki yeteneksizliğine borçludur.

“öveceğim dedin, şimdi de adama yeteneksiz diyorsun bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”cular linçlemeye başlayadursun, teoman tüm dahi insanlar gibi sahip olduğu sarkazm sebebiyle bu satırları kahkahalar atarak okurdu bana göre…
 
yaptığı işten haz alması, bu haz bittiğinde de tak diye bırakması çokça alay konusu olsa da bu meziyeti teoman’nın sanatçı rint meşrepliğinin en belirgin özelliğidir. türkiye’nin en üretken sanatçısı olmasına rağmen, tutkusunu hiçbir zaman ticarete dönüştürmemiş, para pulla hiç işi olmamıştır. bilakis, sırf deneme, öğrenme iptilasıyla gerek sinemada gerekse de keyfi yaptığı parçalarda para da kaybetmiştir.
 
belki neşet ertaş kadar anadolu kokmuyordur yahut barış manço gibi yediden yetmişe hüsnükabul görmemiştir ama teoman hemen herkesin bir dönem mutlaka uğradığı bir durak ve birkaç neslin mazisindeki hatıralarında fon müziği olmuştur.
 
türkiye’de aynı şarkının beş-altı farklı versiyonunu çıkarabilme cesaretini gösteren ikinci bir isim yoktur. teoman sanatı sanat için olmasa kendi keyfi için yapıp, popüler olmayı başaran, piyasa kurallarını hiçe sayan bir anti kahramandır.
 
hem politik hem erotizm yüklü, hem romantik hem öfkeli şarkılar yazıp bunları kitlelere ezberletebilen teoman, aynı parçada erdal eren ile zekeriya önge’yi birlikte anan bunu da tribünlere oynamak için değil, vicdanındaki sesi dinleyerek yapan bir modern çağ ozanıdır.
 
“lan bi saattir ergenlerin dinlediği büyümeyen ergen teoman’ı mı övüyorsun?” diyecek dostlara tavsiyem, nev’i şahsına münhasır rockstar’ımızın diskografisine önyargılarını bir kenara koyup tekrar bakması ve otobiyografisi ‘fasa fiso’yu okumasıdır.
 

2 Temmuz 2023 Pazar


ateşli bir hastalığın pençesindeyken görülen bir kabus gibi, depresyonun dibine doğru giderken muhayyileden doğan bir sanrıymışçasına insanı sarsan bir roman ‘sin’…

öykülerini çok beğendiğim türker ayyıldız’ın ilk romanı sin, zor bir metin. eser novella hacminde olmasına rağmen okuyucu için öyle bir solukta okunup bitecek kitaplar klasmanında değil.

yukarıda yazdıklarım hemen sizi aldatmasın. eserin kendini okuyucuya bir çırpıda açmayışı, metnin kötülüğünden değil bilakis hikayenin zaman ve mekan açısından katmanlı yapısı, zaman zaman büyülü gerçekliğe varan dili, son sayfalara kadar çözülmeyen olay örgüsü sebebiyle sıkı bir roman oluşundan.

ayyıldız, hemen hepimizin içinde ucundan kulağından yaralar açmış, taşra boğuculuğu, sorunlu akraba ilişkileri, zor coğrafyalarda hayatta kalmak, maziye dair kapanmamış hesaplar… vb konuları üçüncü sınıf otellerin çıplak duvarlarına yansıyan sarı ampul ışıkları çarpıcılığında metnine aktarmayı başarmış.

çok sürmeden beyaz perdeye aktarılacağını düşündüğüm bu özel romanı siz en iyisi mi fazla vakit geçirmeden alıp okuyun efendim…

#sin #türkerayyıldız #roman #kitap #taşra #bookstagram #kitapönerisi

25 Haziran 2023 Pazar

 


kumsal, yakamoz, ıstakoz gibi yanmış bir vücut; belki ilk aşk, ilk öpücük… 

üç tarafı denizlerle çevrili yurdumun, suya hasret dördüncü tarafında doğduysanız, üstte saydıklarıma ancak elinizdeki karpuz dilimini sıyırırken izlediğiniz dizide rast gelebilirdiniz. 

hemen daraltmayın içinizi. bu pazar yazısı, kemal tuğcu romanı tadında olmayacak. sadece birlikte doksanların urfa’sında bir yaz geçirelim istedim…

bir kere urfa yazlarında ben modayı çok yakından takip ederdim. o yazın trend rengi ve kumaş cinsi neyse annemin dikip boynuma astığı elifba çantası da öyle olurdu. kimi zaman cengeri yeşili saten, kimi zaman çingene pembesi keten… konu komşuya diktiği elbiselerin artanlarıyla dikilen boyun askılı çanta, yaz günleri şıklığıma şıklık katardı.

eğlence deseniz, yaz boyunca bitmeyen düğün furyası sayesinde non-stop parti kavramıyla ta o zaman tanışmışımdır. öyle ki komşu çocuğunun sünnet düğününde üzerine tirit suyu döktüğüm pantolonumu yıkamaya fırsat bulamadan ertesi gün halam kızının görümcesinin düğününde halay çekerken bulurdum kendimi…

saç stili konusunda da, en çılgın dönemleri hep o yazlarda yaşadım. uzamış üç numara saçlarıma ablamların oksijenli suyundan çaktırmadan sürdüğümden chp kadın kolları teyzelerini kıskandıracak röflem olurdu her daim. her günün akşamında tere batıp, çıkmış saçlarımı cebimden çıkardım tarakla şöyle bir geriye atar, süksemin keyfini sürerdim.

peki, gastronomi alanındaki uzmanlığım kökenleri? ee o da, çocukluk yazlarımın hatırası. her öğlen dükkanda türkiye’yi kurtaran ciddi abilerin karnını doyurmak benim görevim olduğundan tepsiye envai türlü sebzeyi dizip, fırına götürürdüm. hatta sarımsak kokulu bıçakla, karpuz kestiğim füzyon lezzet denemem babamın tokadıyla son bulmasa bugün belki sosyal medyada et mıncıklıyor olurdum.

başlarken dediğim gibi yazlarımız, deniz kenarında geçmese de tekdüze değildi. öyle ki damlardaki isot torbaları ve salça sinileri bile kentin çocuklarının yazına renk katmak için çabalarmışçasına, şehri kırmızıya boyar anılarımıza fon rengi olurdu…

📷 abdullah elçi

#urfa #şanlıurfa #yaz

“hadi oğlum gelmisense ben gidiyem örgetmen kızacak” deyince yılmaz, büyü bozuluyor bir anda. o küçücük vitrinde az önce transformers’lar ha...